Merkez üssü Maraş olan ve 10 şehrimizi etkileyen deprem hepimizin içini yaktı. Depremin ilk gününden itibaren birçok şey gördük, duyduk, okuduk.

Enkaz altında kalan binlerce insan, geciken müdahaleler, soğukla ve açlıkla savaşan depremzedeler, “gün, siyaset yapma günü değil” diyerek siyaset yapanlar, yardım için canla başla çalışan kurum ve kuruluşlar, bu kurum ve kuruluşları karalayanlar, yıkılan binaların müteahhitlerinden değil de halktan hesap sorma peşinde olanlar…

Bununla birlikte her afette olduğu gibi birbirine sımsıkı sarılan, kenetlenen ve yardım yarışına giren milletimizi de gördük.

Ben bu satırları yazarken depremde hayatını kaybedenlerin sayısı maalesef 30 bin kişiyi geçmişti.

Sahi neden öldü bu insanlar?

Neden altın makaslarla açılan lüks binaların altında kalarak kaybettiler hayatlarını, hayallerini, umutlarını?

Çünkü; geçmişinde birçok büyük deprem yaşanan Türkiye’de, bu depremlerden ders alınması gerekirken, bunun yerine doğaya meydan okundu.

Cebinde biraz parası olanın müteahhit olabildiği ve üç kuruş fazla para kazanmak için kağıt gibi binalar dikebildiği ülkemizde, bu binalara “imar barışı” adı altında ruhsat verildi.

Durum böyle olunca; insanların milyonlarca lira vererek aldıkları evler, kendilerine ve sevdiklerine mezar oldu.

Ve günün sonunda sadece insanlar değil; insanlık, liyakat ve vicdanlar da enkaz altında kaldı.

Türkiye, kaldırılması çok güç bir enkazın altında kaldı.